11-12 Temmuz’daki Vilnius Zirvesi’nden sonra İsveç’te NATO üyeliği için geri sayım başladı. 134 yıllık sosyal demokrasi geleneğe sahip kuzeyin bu “kırmızı güller” ülkesi, ABD şemsiyesi altında artık küresel sistemin merkezine doğru evriliyor.
Ülkenin efsane lideri Olof Palme’nin öldürüldüğü 28 Şubat 1986’dan bir yıl sonra gitmiştim İsveç’e. Gördüğüm manzara benim için şaşırtıcıydı. Herkes kendi lay lay lom hayatını sürdürüyordu; ne Olof Palme ne de onun İsveç sosyal demokrasisine katkıları kimsenin umurunda değildi. Vietnam savaşı protestolarında en ön saflarda yer alan Palme’nin savaş karşıtı ruhu buharlaşmış, yerini dozu giderek artan bir Amerikan hayranlığına bırakmıştı.
Sonradan öğrendim ki İsveçlilerin doğasında Amerikan sevgisi hep varmış. 1820-1930 yılları arasında 1 milyon 3 bin İsveçli, ABD’ye göç etmiş. Göçün nedeni o yıllarda İsveç’in çok yoksul olması. İsveçli göçmenler, ABD’nin orta ve batı bölgelerine yerleşti. 1900 yılı başlarında Chicago, İsveç’in ikinci büyük kenti Göteborg’dan daha büyük bir İsveçli nüfusa sahipti. “İsveçli/Amerikalı”lar, Amerika İç Savaşı’na asker olarak da katıldılar. İsveçlilerin bu Amerika sevdası sonraki yıllarda da aralıksız sürdü.
ŞAŞKINLIK YARATAN TARTIŞMA
1990’lı yılların başlarında, arkadaşım İbrahim Çenet’le, Malmö kentinde İsveç Sosyal Demokrat Partisi’nin bir genel kurulunu izlerken şaşkınlığımızı gizleyememiştik. Salonda görevli bazı gençlerin üzerinde ABD bayraklı tişörtler vardı ve kimse bunu yadırgamıyordu.
En büyük düş kırıklığını ise İsveççe dil okuluna giderken yaşamıştık. Öğretmenlerimiz dahil, herkes çekinmeden sağcı, solcu, komünist hatta ateist olduğunu söyleyebiliyorlardı; bunda bir sorun yoktu. Türkiye’de 1968 kuşağı gençlik önderlerinden Mahir Çayan’ın mücadele arkadaşı İbrahim Çenet bir gün bana “Derste sosyalist ve kapitalist sistemleri karşılaştıracağız, sen de izlemeye gelsene…” demişti. Gittiğimde birlikte ikinci düş kırıklığımızı yaşamıştık. Tartışmayı yöneten ve sosyal demokrat olduğunu söyleyen öğretmen, konu Küba devrimine geldiğinde, “Ernesto Che Guavera bir teröristtir” deyiverdi. 1972 yılında Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamlarını protesto etmek amacıyla düzenlenen bir eylemde iki elini, bir ayağını kaydeden İbrahim Çenet, protezli kolları ve ayağı üzerinde yükseldi, öğretmenden Che Guavera ile ilgili sözlerini geri almasını istedi. Ardından da açtı ağzını, yumdu gözünü. İsveç’in ne sahte barış taraftarlığını bıraktı, ne silah tüccarlığını… Hem dinamiti icat eden ülke hem dünya barış ödülü veren ülke olmanın; İran-Irak Savaşı’nda aynı anda iki ülkeye de gizlice silah satmanın ne demek olduğunu sordu… Türkiye’de 1968 ve 78 gençlik ruhu ile yetişmiştik. Meydanları, “Ernesto’ya bin selam!” nidalarıyla çınlatmıştık. Bizim sosyal demokratlarımız dahi sosyalist olmasalar da Che’yi, Türkiye’nin devrim şehitlerini saygı ile anıyorlardı. İsveçli öğretmen, sessizce dinledi, karşılık vermedi. Çenet’e en büyük tepkiyi ise Balkan ülkelerinden gelen Arnavut, Bulgar ve Yugoslav göçmenler gösterdi. Geçmişte içinde yaşadıkları sosyalist sisteme nefret ve kin duyuyorlardı. Onlara göre İsveç bile kapitalist değil, komünist bir ülkeydi… Sovyetler Birliği’nin dağıldığı, Avrupa’da ve İsveç’te “antikomünist” rüzgârların estirildiği yıllardı…
Demem o ki İsveç, Olof Palme’nin “antiemperyalist” çizgisinden bu günlere bir günde gelmedi. On yıllarca ülkeyi aralıksız yöneten İsveç Sosyal Demokrat Partisi, Palme’nin öldürülmesinden sonra seçim kaybetmeye başladı. Sağcı partiler koalisyonu kısa aralıklarla iktidara geldi. İsveç’in NATO’ya girmesi için ilk adımı atmak da İsveç Sosyal Demokrat Partisi’ne kısmet oldu. Rusya-Ukrayna savaşı, İsveç’in NATO’ya girme sürecini hızlandırdı. 27 Eylül 2022’de yapılan seçimlerde, Sosyal Demokrat Parti, oy dağılımında birinci parti olmasına karşın hükümet kuramadı. Sağcı partiler aralarında anlaşarak iktidar oldular.
10.5 milyon nüfusa sahip İsveç’in sosyalist ve komünist partileri ise İsveç’in NATO üyeliğine karşı çıkıyorlar.