Dört öyküyle Wes Anderson’un gerçeküstü görsel dünyasına bir yolculuğa ne dersiniz?
Sarıya boyanmış bir duvarın
üzerinde yapıştırılmış küçük notlar, çivilenmiş iki adet
çerçeve ve duvara bitişik duran bir masanın üzerine
yerleştirilmiş daha çok soluk tonlardan oluşan irili ufaklı pek
çok obje… Bir anda çerçevenin dışından yükselen bir ses:
“Evet, işte yazılarımı yazdığım kulübedeyiz.”
Kurgusal dünyada Ralph
Fiennes’ten gelen bu ses, biraz sonra Henry Sugar’ın öyküsünü
anlatmaya başlayacak dünyaca ünlü çocuk ve yetişkin öyküleri
yazarı Roald Dahl’ın. Ekranın sağına yerleştirilmiş
koltuğunda yazı yazmadan önce gereksinimi olan şeyleri anlattığı
kısa bir monoloğu barındıran kare biraz dikkatli baktığımızda
titizlikle tasarlanmış kadrajı, ilk bakışta göze çarpan pastel
renk paleti ve mizanseni oluşturan detaylı motifleriyle Wes
Anderson dünyasının kapılarını araladığımızı anlamamıza
yetiyor da artıyor.
Nitekim Dahl ayağa kalkıp bölümler
arasındaki geçişler sahne dekorlarının birer birer taşınması
ve yenilerinin getirilmesiyle devam ettiğinde Anderson’ın yeni
kısa öykülerine teatral tarzını daha fazla eklemlediğini fark
ediyoruz. Son uzun metraj filmi Asteroid City’de yoğun bir biçimde
hissettiğimiz bu üslup kameraya bakarak öykülerini anlatan
karakterlerle de hikâye anlatıcılığının eski çağlardaki
ruhuna kavuşuyor ve böylelikle bize iç içe geçmiş dört öyküyü
“izlemekten” çok “dinlemek” kalıyor…
Gerçekten de Roald Dahl’ın,
“The Wonderful Story of Henry Sugar and Six More” isimli
seçkisinden The Wonderful Story of Henry Sugar (Şeker Henry’nin
İnanılmaz Öyküsü) ile The Swan (Kuğu) öykülerini ve yine aynı
yazara ait başka bir seçkiden The Rat Catcher (Fare Avcısı) ile
Poison’u (Zehir), ikonik stiliyle sinemalaştıran Wes Anderson
özellikle Asteroid City’de kendi adıma yaşadığım düş
kırıklığını rafa kaldırmama yardımcı oluyor.
Çünkü her
filminde kusursuz simetrilerle ortalanmış ya da kuş bakışı
olarak tasarlanmış kareler ekranın her köşesine yeniden bakma
isteği uyandıran sayısız imgeler 50’ler, 60’lar ve 70’ler
estetiği, öykünün simgesi olan kostümler, objeler ve eşyalarla
bir tür Anderson harikalar diyarı yaratan yönetmenin artık
aynılaşmaya yüz tutan bu biçemi kısa bir filmde -haliyle- büyük
oranda filmin çerçevesi oluyor ve dahası hikâye ve anlatıcılık
doğal olarak yeniden filmin özü haline geliyor.
Anderson’ın alışık
olduğumuz ifadesiz yüzleri ve tuhaf mizah anlayışlarıyla birer
birer hikâyelerini anlatmaya başlayan geveze karakterlerinin ilki
Henry Sugar (Benedict Cumberbatch). 41 yaşında, zengin ve bencil
bir adamı canlandıran Henry, bir partide rastladığı kitaptan çok
etkileniyor ve Hint bir yogiden öğrendiklerini uygulayarak yepyeni
bir maceraya atılıyor. İkinci hikâye, Peter Watson isimli bir
gencin anlatıcı olduğu ve küçük bir çocuğa zorbalık eden iki
adamın yaptıklarını anlatan, gerçek bir gazete haberinden yola
çıkılarak oluşturulmuş…
Diğerlerine göre daha karanlık olan
bu hikâye, dört film arasından aynı zamanda en sevdiğim oldu.
Üçüncü film The Rat Catcher, anlatıcı da olan bir gazeteci ile
tamircinin civardaki farelerden rahatsız olması ve bir fare avcısı
çağırmalarıyla başlıyor ancak maceranın sonu bu iki arkadaş
için bir hayli “rahatsız edici” oluyor. Son olarak dördüncü
hikâyeye gelince… Yeniden Benedict Cumberbatch’la
karşılaştığımız filmde oyuncu, bir yılan türüyle başı
derde giren Harry’yi canlandırıyor ve film 17 dakikalık hayli
gerilimli bir serüvene dönüşüyor.
Wes Anderson’ın nefis fırça
darbeleri, tuhaf karakterleri ve Dahl’ın hikâyeciliği eşliğinde
bu dört kısa öyküyü Netflix’te izleyebilirsiniz.