Günümüzün yükselen kavramlarından “hikâye anlatıcılığı” köklerini geçmişin masalsı öyküleri veya destanlarından alsa da artık reklam ve pazarlama başta olmak her sektöre uyarlanabilecek bir akım.
Bir hikâye hiçbir zaman yalnızca hikâye değildir. İnsanoğlunun
dünyayı anlamaya ve etkileşmeye başladığı zamanlardan beri
yaşayışının bir parçası olmuştur. Konuşma yeteneğinin
gelişmesine dek geçen süreçte işaret dili de anlatımlarda
kullanılmıştır. Ancak bundan da ötesi tabii ki hikâyeyi
resimleyerek anlatabilmektir. Fransa’daki Chauvet mağarasında
bulunan ve 36 bin yıl öncesine dayanan resimler hikâye anlatımının
ilk kanıtları olarak biliniyor. Görsel hikâye anlatımını
sonraki yüzyıllarda daha net olarak piktografik simgelerin
kullanımıyla Mısır hiyerogliflerinde (MÖ 3 bin) görebiliyoruz.
Peki nedir bizi dinlemeye ve anlatmaya bu kadar gereksinim duyuran
durum?
Hikâye
anlatıcılığı kavramı eğlendirme ya da uykuya yardımcı olma
kalıplarından çıkarak (aslında hep dışarıdaydılar) eğitim
ve pazarlama başta olmak üzere pek çok alanda kullanılmaya
başlandı. Son 20 yılda artan araştırmalar ise bunun nedenlerini
ortaya koyarken dijital dünya ile beraber oluşabilecek değişimleri
de öngörmeyi amaçlıyor. Sinir sistemi görüntülemeleri ve
biyokimyasal araştırma sonuçları şaşırtıcıdır.
BEDENDEKİ UYARICILAR
Paul
Zak, hikâye dinlemeye karşı bedenin tepkilerini anlayabilmek için
bir çalışma yaptı ve bunu saygın bir bilimsel dergide yayımladı.
Araştırmada bir baba oğula ilişkin iki farklı hikâyenin videosu
izletilen katılımcılarla hormon analizleri yapıldı. İlk videoda
oğlu kanserden ölmekte olan ve çocukla iletişimde kalmanın
yolunu bulmaya çalışan bir babanın öyküsü vardı. Diğer video
ise baba ve oğlun hayvanat bahçesinde yürüyüşe çıktığı
ancak beklenmedik bir durumun gerçekleşmediği sıradan bir
anlatıydı.
Görüntülerdeki karakterlere empati duyduğunu
bildirenlerin karakterlere karşı empati hissetmeyenlere göre
bedenlerinde yüzde 47 daha fazla oksitosin hormonu olduğu
gözlemlendi. Oksitosin, bedenimizde önemli fizyolojik bazı
olaylara etkisi dışında sosyalleşme ve empatik davranışı
teşvik eden bir kimyasal olarak bilinir. Doğum sürecinde önemli
bir rolü olan bu hormonun anne-bebek iletişiminin de
sorumlularından olması empati kavramının biyokimyasal kökenini
açıklar.
Zak,
araştırmasını burada sona erdirmedi. İkinci aşamada
katılımcılara diledikleri şekilde harcamaları için hatırı
sayılır bir para verildi ve izlendi. İlk çalışma sırasında en
yüksek düzeyde kortizol ve oksitosin üretenlerin cömert para
bağışı yapma olasılıklarının daha yüksek olduğunu buldu.
Bu, toplumsallık lehine çarpıcı bir kanıttı. Hikâyenin gücüne
bakarken burada diğer bir hormonla karşılaşıyoruz; kortizol,
çevremizdeki olası tehditler için alarm durumunda kalmamızı
sağlayan bir kimyasaldır.
Herhangi bir iç ve dış hasar veya
hasar olasılığında işleri düzeltmesi için salınan bu madde
etkileyici bir hikâye dinlerken de göreve koşar. Adı sıkça
duyulan dopamin de hikaye dinlerken bünyemizde harekete geçen bir
maddedir. Beyni ödüllendirme kimyasalı olarak bilinen dopaminin
sevilen bir anlatı dinlendiğinde ya da okunduğunda artış
gösterdiği bilinir. Bu da o hikâyeden kopmamamızı ya da
sevdiğimiz bir öyküyü tekrar tekrar okurken, izlerken ya da
dinlerken aynı zevki almamızı açıklar.
DİNLEMEKLE
KALMIYORUZ
Yalnızca
biyokimyasal açıdan değil değişik görüntüleme teknikleriyle
de beynin bazı bölümlerinin hikâyelerin anlamını anlamada ve
ürettikleri duyguları deneyimlemede daha yoğun faaliyet içerisinde
oldukları gösterilmiştir. Veronique Boulenger adlı bir
araştırmacının fMRI (beyin görüntüleme tekniği) kullanarak
yaptığı çalışma ilgi çekici sonuçlar ortaya koydu. Hikâyede
küçük bir kasabada yaşayan Paulo, kazanmasının şart ama zor
olduğu bir maça çıkıyordu. Paulonun ayağına topun gelmesi ve
hızlıca şut çekmesi anlatısı sırasında deneydeki dinleyici
katılımcıların bu şut çekme hareketiyle ilgili olan tüm beyin
bölümleri faaliyete geçmişti. Hikâye dinlenmiyor kalmıyor,
onunla özdeşleşiliyordu.
BÜYÜKLERE
MASALLAR
Hikâyelerinin
sırf büyüklerin çocuklara anlattığı bir şey olmadığı ve
böylesine olağanüstü gücü olduğunu gören pazarlama ve reklam
dünyası durur mu, tabii ki onlar da stratejilerini bu yöne
kaydırmaya başladılar. Çünkü psikolog Jerome Bruner’in
araştırmasına göre herhangi bir marka, bir hikâyeyle paketlenmiş
biçimde verildiğinde onu hatırlama olasılığı 22 kat artıyordu.
Stanford’da yapılan bir diğer çalışmada dinleyicilere
sayılarla dolu bir satış konuşması yanında bir de öykü
anlatıldığında yalnızca yüzde 5’inin bir istatistiği
hatırladığını ancak yüzde 63’ünün hikâyeleri anımsadığı
ortaya çıktı.
BLAIR
CADISI’NIN BAŞARISI
Günümüzde
yeni bir kavram da “transmedya hikaye anlatıcılığı”dır.
Basılı bir yapıtta başlayan hikâye, değişik açılardan bazen
bir “podcast”e bazen bir bilgisayar oyununa konu olabilmektedir.
1999’da gişe rekorları kıran “Blair Cadısı” filmi bunun
ilk örneklerindendir. Bir web sitesinde Burkittsville cadısı ve
bir grup insanın ortadan kayboluşu anlatılmış ve pek çok kişi
gerçek sanmıştı. Konu hakkında bir süre sonra yapılan
belgeseli film takip etti. Çizgi romanı bile yapılan hikâyeye
konu olan filmin müziği de “terk edilmiş bir araçta bulunan
kaset içeriği” olarak pazarlanmıştı.
Hikâye
anlatımı ya da literatüre giren İngilizce karşılığı ile
“storytelling” artık sırf 1001 Gece, Ezop ya da Andersen
Masalları ile sınırlı değil. Ayrı bir bilimsel araştırma
konusu olmasının yanında pek çok sektöre de ışık verecek bir
fener niteliği taşıyor.
KAYNAKÇA
-
Zak P. Why
Your Brain Loves Good Storytelling. HBR, 2014 -
Boulenger V.
Cereb Cortex. 2009 Aug; 19(8): 1905–1914.









